Peynir, Buğday ve Alkolün İnsan Evrimindeki Yeri

Beslenme şeklimiz zaman içinde anatomi, bağışıklık sistemi ve belki de cilt rengimiz üzerinde büyük etkiler yaratır

Tam olarak yediğimiz şey değiliz. Ama çok sayıda nesil boyunca yediğimiz şeyler izlediğimiz evrim yolunu şekillendirir. Wisconsin-Madison Üniversitesi antropologlarından John Hawks, “Beslenme şekli, evrim tarihimiz boyunca en önemli unsurlardan biri olmuştur. Geçtiğimiz birkaç milyon yıl içerisinde insan anatomisinde, dişler ve kafatası yapısında beslenme şekline bağlı olduğunu düşündüğümüz değişiklikler yaşandı,” diyor.

Evrimimiz devam ederken beslenmenin oynadığı bu önemli rol kaybolup gitmedi. Gerçekleştirilen genetik çalışmalar, genler üzerindeki doğal seleksiyon baskıları ve Alzheimer hastalığından cilt rengine ve menstrüasyon yaşına kadar birçok etki ile insanların hala evrim geçirmekte olduklarını gösteriyor.  Ve bugün yediklerimiz gelecekte bu evrimin gideceği yönü etkileyecek.

Süt içer misiniz?

Memeliler küçük yaşlarda, anne sütünde bulunan laktozu (süt şekeri) sindirmeye yardımcı olması için laktaz isimli bir enzim salgılar. Ama memeliler belli bir yaşa geldiklerinde süt menüden tamamen çıkar. Bu da laktozu sindirmeye yardımcı olan enzimlere artık ihtiyaç olmadığı anlamına gelir, böylelikle yetişkin memeliler bunları salgılamayı sonlandırır.

Yakın zamanda gerçekleşen evrim sayesinde ise bazı insanlar bu gidişe dur demeyi başardı.

Yetişkin insanların yaklaşık üçte ikisi bebeklik döneminden sonra laktoz intoleransı ya da azalmış laktoz toleransı gösteriyor. Ama bu tolerans bölgeden bölgeye büyük farklılıklar gösteriyor. Bazı Doğu Asya topluluklarında laktoz intoleransı %90’lara kadar ulaşırken Batı Afrika, Arap, Yunan, Yahudi ve İtalyan kökenli kişiler de laktoz intoleransı görülme eğilimi özellikle yüksek oluyor.

Kuzey Avrupalılar ise laktoza bayılıyor gibi görünüyor—yaklaşık %95’i laktoz toleransına sahip, yani yetişkinlikte laktaz enzimi salgılayabiliyorlar. Ve bu rakamlar artıyor. Avrupa, Orta Doğu ve Batı Afrika toplumlarında bunun yaygın olduğunu ifade eden Hawks, “En az beş farklı dönemde bu topluluklar süt şekerini sindirmekten sorumlu geni değiştirerek laktoz sindiriminin yetişkinlerde aktif kalmasını sağladılar,” dedi.

Antik DNA çalışmaları yetişkinlerde bu laktoz toleransınıın evrim süreleri göz önünde bulundurulduğunda ne kadar kısa süre önce gerçekleştiğini gösteriyor. Yirmi bin sene önce laktoz toleransı mevcut değildi. Günümüzde ise dünya üzerindeki yetişkinlerin üçte biri laktoz toleransı gösteriyor.

Bu ışık hızındaki değişim, doğrudan süt tüketen toplulukların sütü yoğurt ya da peynir yapmaları gereken topluluklar üzerinde ciddi bir yaşamsal avantaj sağlamış olduklarını gösteriyor. Fermantasyon sırasında bakteriler laktoz da dahil süt şekerlerini parçalayarak bunları asitlere dönüştürür ve laktoz intoleransı olan kişiler için sindirimi kolaylaştırır. Şekerle birlikte kaybolan şey ise o yiyeceğin kalori içeriğinin büyük bir parçasıdır.

Hawks, sütü sindirebilmenin geçmişte neden bu kadar büyük bir lütuuf olduğunu açıklıyor: “Besin maddeleri bakımından sınırlı bir ortamdasınız, ama inek, koyun veya keçileriniz ya da develeriniz var ve bu hayvanlar size bebeklerin sindirebildiği ama yetişkinlerin sindiremediği yüksek enerjili besine erişim sağlıyor. Bunun sayesinde insanlar sütten %30 daha fazla kalori temin edebiliyorlar ve süt tüketiminden kaynaklanan sindirim sorunları da yaşamıyorsunuz.”

Kısa süre önce gerçekleştirilen genetik araştırma laktoz toleransının Britanya’da günümüzde Roma dönemine göre daha yüksek olduğunu buldu, yani bu toleransın evrimi Avrupa’nın kayıtlı tarihi boyunca devam etti.

Günümüzde insanlar laktozsuz süt ya da normal süt ürünlerini sindirmemize yardımcı olan laktaz hapları gibi birçok alternatif gıda maddesine erişebiliyor. Diğer bir deyişle, doğal seleksiyonunun bazı etkilerinin etrafından dolaşabiliyoruz. Bu da laktoz toleransı gibi özelliklerin artık hayatta kalma ya da üreme üzerinde bir zamanlar gösterdiği etkiye sahip olmadığı anlamına geliyor—en azından dünyanın bazı yerlerinde.

Hawks, “Bildiğimiz kadarıyla, İsveç’te yaşayan bir kişinin sütü sindirebilmesi ya da sindirememesi o kişinin hayatta kalma ve üremesi üzerinde hiçbir fark yaratmıyor. Eğer süpermarketten besleniyorsanız süt ürünlerine toleransınız hayatta kalma olasılığınızı etkilemez. Ama bu Doğu Afrika’da hala bir fark yaratmaktadır,” dedi.

Buğday, Nişasta ve Alkol

Günümüzde marketlerde bir reyonunun tamamının glüten içermeyen kurabiyeler, ekmek ve krakerlere ayrılmış olması bizleri şaşırtmıyor. Ama glüten—buğdayda bulunan başlıca protein—sindirme sorunu da insan evriminde göreli olarak yakın zamanda görülmeye başlanmış bir engeldir. İnsanlar yaklaşık 20 bin yıl öncesine kadar tahıl depolamaya ve tüketmeye başlamamıştı ve buğday domestikasyonu yaklaşık 10 bin yıl önce başladı.

Buğday ve arpa insan beslenmesinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş olsa da çölyak hastalığı görülme oranları yüksek olmaya devam etti. Hawks, “Buna bakınca insan bunun nasıl olduğunu sorguluyor. Bu, doğal seleksiyonun izin vermemiş olması gereken bir şey,” diyor.

Bu sorunun yanıtı bağışıklık tepkisinde yatıyor. İnsan lökosit antijenleri olarak bilinen bir gen sistemi bu hastalığa karşı verilen savaşta rol oynar ve her zaman değişen enfeksiyonlara karşı savaşmak için sık sık yeni varyasyonlar üretir. Ne yazık ki, çölyak hastalığına sahip kişilerde bu sistem insan sindirim sistemini bir hastalık gibi görür ve bağırsak duvarına saldırır.

Çölyak hastalığının görünür dezavantajlarına rağmen devam eden evrim bu hastalığın görülme oranlarını azaltmıyor. Çölyak hastalığının ardındaki genetik varyantlar, insanların buğday tüketmeye başladığı zaman ile karşılaştırıldığında aynı sıklıkta görülmeye devam ediyor.

Hawks, “Burada, muhtemelen hastalık ile parazitler arasında yapılan seçimin az sayıda kişide çölyak hastalığına neden olduğu bir durum söz konusu. Yakın zamanda gerçekleşen evrim bize bu pazarlığı bıraktı ve bu bir beslenme şekline uyum değildi—bu, beslenme şekline rağmen bir uyumdu,” diyor. Bunun gibi kasıtsız pazarlıklara evrimde sık sık rastlanır. Örneğin, insanların sıtma hastalığını atlatmalarına yardımcı olan alyuvar hücrelerindeki genetik mutasyon aynı zamanda ölümcül orak hücreli anemi hastalığına da neden olabilir.

Devam eden evrimimizin diğer örnekleri oldukça ilginçtir ancak belirsizliklerini korumaktadır. Örneğin Amilaz, salyanın nişastayı sindirmesine yardımcı olan bir enzimdir.  Tarihsel olarak, Batı Avrasya ve Mezoamerikalı tarım toplulukları ilgili genin daha fazla kopyasına sahiptir. Bu insanlar nişastayı daha iyi sindirmek için mi seçilmişti? Hawks, “Bu akla uygun bir düşünce ve doğru olabilir. Ama biyoloji karmaşıktır ve burada neyin rol oynadığı veya ne kadar önemli olduğu sorusunun cevabı karmaşıktır,” diyor.

Doğu Asyalıların—Japon, Çinli ve Koreliler—üçte birinden fazlası alkol metabolizmasından sonra cilt kızarması reaksiyonu gösteriyor, çünkü bu metabolizma sırasında toksik asetaldehit enzimleri fazlası oluşmaktadır. Bu genin geçtiğimiz 20 bin yıl içerisinde seçilmiş olduğuna dair güçlü bulgular bulunmaktadır.

Bunun insan genomunda görülmeye başlanmasının 10 bin yıl önce pirinç domestikasyonu ile aynı döneme denk gelmesi nedeniyle bazı araştırmacılar bu genin insanların çok fazla pirinç şarabı tüketmelerini engellediğini iddia ediyor. Bununla birlikte, hem bu mutasyon hem de pirinç domestikasyonunun kronolojisi henüz tam olarak belirlenmedi. Buna ek olarak, asetaldehitin bu toksini sindiremeyen parazitlere karşı koruma sunduğu da iddia edilmiştir.

Hawks, “Bu durum geçmişin topluluklarına bir şekilde faydalı olmuştur çünkü eskiden buna fazla rastlanmıyordu ama günümüzde rastlanıyor. Bu büyük bir değişim ve bunun nedenini gerçekten bilmiyoruz,” diyor.

Düşündüğümüzden Daha Önemli mi?

Cilt rengi beslenme şeklimiz ile ilişkili olarak kısmen de olsa değişiyor (yapılan araştırmaların bu değişimde etkili olduğunu ortaya koyduğu diğer faktörler arasında ise cinsel seçim yer alıyor). İnsan cilt renginde günümüzde mevcut çeşitlilik göreli olarak kısa süre önce gerçekleşmiş bir olaydır. Standart hipotez ekvatoral enlemlerde UV ışınlarının yoğunluğuna odaklanmaktadır. Vücudumuz D vitaminine ihtiyaç duyar ve cildimiz UV banyosu yaptığı zaman D vitamini üretir. Ama UV fazlasının zararlı etkileri olabilir ve koyu renkli deri pigmentleri bu ışınları bloke etmekte daha etkilidir.

Yaygın düşünceye göre, insanlar daha karanlık ve daha soğuk enlemlere göç ettikçe cilt renklerinin fazla UV’den korunması gereği de ortadan kalktı ve daha az güneş ışığı ile daha fazla D vitamini üretmek için cilt rengi açıldı.

Ama modern Ukraynalılar ile prehistorik atalarını karşılaştıran DNA çalışmaları Avrupalı cilt renginin geçtiğimiz 5 bin yıl boyunca değişmekte olduğunu gösteriyor. Başka bir teori ise bu durumu açıklamak için deri pigmentasyonunun beslenmeden etkilendiğini ve ilk çiftçilerin, avcı-toplayıcı atalarının balık ve hayvansal gıdalardan elde ettikleri D vitamininden mahrum olduklarını söylüyor.

Penn State Üniversitesi cilt rengi araştırmacısı Nina Jablonski, Science dergisine yaptığı açıklamada yeni çalışmada “beslenme yoluyla alınan D vitamininin, ağırlıklı olarak tarımsal yaşama geçilmesi ile birlikte eksilmesinin” daha açık cilt rengi evrimini tetiklemiş olabileceğine dair bulgular sağladığını söyledi.

Evrimi iş üstünde yakalamak oldukça zor. Ama genom dizilimi gibi yeni teknolojiler—ve büyük miktardaki verilerin işlenmesi için mevcut bilgisayım gücü—gerçek evrimsel değişimi başlatmak üzere nesiller boyunca biriken bu küçük genetik değişiklikleri saptamamızı mümkün kılıyor. Genetik bilgi içeren veritabanları günümüzde artan şekilde tıbbi geçmiş ve beslenme gibi çevresel faktörlerle birlikte değerlendiriliyor ve bilim insanları bunlar arasındaki etkileşimleri daha iyi gözlemleyebiliyor.


Kaynak: https://www.smithsonianmag.com/

Translated by Oytun Buyrukçu

English to Turkish Translator & Proofreader, Localization Expert

Author: Admin